İlham ve Kariyer..

Küçük bir çocukken bana büyüyünce ne olacaksın diye sorduklarında, o an artık neye imreniyorsam öyle cevap versemde koskoca hayat boyu neden sadece tek bir mesleğim olmalı ki diye düşünürdüm. Upuzun bir hayat ve sadece tek bir iş. Bana pek mantıklı gelmiyordu.

Kendimi bildim bileli resim yaparım. Ortaokul ve lise yıllarımda resim öğretmenlerim beni güzel sanatlar okumaya yönlendirseler de, o zamanlar fen bölümünde olduğum ve nedense kafamda hayat için farklı yollar çizdiğim için bu söylemlere pek itibar etmemiştim. Gerçi hiçbir şey planladığım gibi de gitmedi: Bilgisayar ya da Mimarlık istiyordum, Kimya Öğretmenliği kazandım. Tamam, öğretmen olayım o zaman, sonra bakarım dedim. Mezun oldum, o dönem KPSS yoktu, ama atamam gelmedi. Sınavı kazandım, yüksek lisans yapmaya başladım, akademik kariyer yaparım ben de diye düşündüm. Kimya, laboratuvar ortamı vs pek sarmadı.

Sonunda, bankacı oldum. Bankacılığın en popüler zamanıydı. Bir kaç bankada gezindim, transfer oldum, hırslı, tempolu, aralıksız bir 15 sene böylece geçti. Çok şanslıydım, güzel terfiler, ödüller, primler aldım. Bir sürü sektör ve insan tanıdım.

Bir Barcelona seyahatinde Picasso Müzesi’ni gezerken farkettim ki ben farklı bir yolda ilerlemeliyim. Kreatif bir şeyler yapmalıyım. Hayatımın hatırı sayılı bir dönemi, soyut ürünler pazarlamak, para ve sistem ile uğraşmak ile geçti ve bu yeterli. Bilenler bilir, bankacıların iş, sektör değiştirmesi biraz zordur. Yapamayacakları için değil, kendi bildikleri konfor alanını terk etmeme adına. İstisnalar olmakla beraber, en fazla özel sektörde finansman müdürü, CFO falan olursunuz. Ben yine şanslıydım, Hugo Boss’ta çalışmaya başladım. İşin büyük bir kısmı yine satış ve bilanço yönetimi idi, ama bambaşka parametreler de vardı. Moda, seyahatler, yaratıcı süreç, pek çok yeni şeyi deneyimleme fırsatım oldu. Sonrasında da kendi bireysel yolculuğum başladı. Yine merkeze sanatı ve sanatsal çalışmaları alarak, bir değer yaratmayı hedefleyerek ArzuEndam markası altında üretmeye başladım. Bir nevi başladığım yere geri döndüm.

Hayatta hiçbir zaman, bir konuda tamam ben oldum dememeli. Bir konuda derin uzmanlık, aynı zamanda bir yaratıcı körlüğü beraberinde getiriyor. Bununla beraber, Karl Marx; Çalışmanın insana bireysel ve sosyal bir kimlik kazandırdığını ancak kapitalist toplumun insanı, yaptığı işin doğasından uzaklaştırarak bu işleri sadece bir ekonomik aktiviteye dönüştürdüğünü savunur. İşimizi, bir süre sonra, neden yaptığımızı unutup sadece amaç haline getirerek yapıyoruz. Çoğumuz gerçekten neyi istediğimizi bilmiyoruz. Sadece bize sunulan şeyler arasından tercihler yapmışız, sorgulamadan ilerliyoruz. Bize sunulan şeyler de o an sistem, toplum tarafından oluşturulan doğrulara dayanıyor. Özgür irade kullandığımızı zannediyoruz, ancak sadece kendi bilgi ve kültür çemberimiz içindeki bir yaşam biçimini seçiyoruz. En başta bilgisayar mühendisliği okumak istemem de o dönem çevremde bunun popüler olmasından kaynaklanıyordu, bilgisayarla aşinalığım bir iki kere Commodore 64 görmem kadardı!

Meslek ve özel hayatım boyunca bir çok kişiden ilham aldım. Bir süre sonra fark ettim ki beni etkileyen şeyler onların kişiliği değil, değerleri. Ve bu değerler genelde kendimde eksik olduğunu hissettiğim yetkinlikleri kapsıyor. Özellikle son yıllarda bu değerler izlediğim yolu ve yaptığım tercihleri etkiledi.

Demem o ki, yaptığımız işi, kendimizi ve amacımızı arada sorgulayalım. Çevremizdeki ve hayran olduğumuz kişilerin olumlu değerlerinden ilham alalım. Farklı versiyonlarımıza şans verelim. En azından hayal edelim.

Instagram veya Youtube da gördüğüm sıradan bir kişi bile bana ilham verebiliyor, gördüğüm bi şey bazen zihnimde bambaşka bir şeye dönüşüyor veya iş yapış sürecimi etkiliyor. Sizleri ikibinli yılların başında instagramda keşfettiğim, sosyal medyadan inanılmaz bir sanat kariyeri yaratmayı başaran, hayatımda gördüğüm en azimli ve çalışkan sanatçı olan CJHendry ‘nin tekniğinden esinlenerek yaptığım Haremlique serisinden bir çizimin detay videosu ile baş başa bırakıyorum.

İlhamınız bol olsun..

Günlükler- Zaman Zaman İçinde, Andrey Tarkovski- I

Ünlü Ayna Filmi’nde, bir sahnede bardağın masada bıraktığı izin yavaşça buharlaşıp kaybolduğunu izleriz. Ekşi sözlükte bir yorum şöyle diyor yaratıcı yönetmenle ilgili: ‘Tarkovsky yavaşlığın keşfidir.’ Tek isteği bir şeyler yaratmak olan ünlü yönetmenin Afa Yayıncılıktan, Zaman Zaman İçinde isimli güncesinden bölümler paylaşacağım. Sanatçının 1970 ile 1986 tarihleri arasında çeşitli zamanlarda tuttuğu günlüklerden oluşan eser, yönetmenin, hem yapıtları, ilham aldıkları ve günlük yaşamından kesitler sunuyor.

1970

30 Nisan, Perşembe, Moskova – Saşa Mişurin ile yine Dostoyevski hakkında konuştuk. Tabi ki film hakkında, önce yazılmalı, nasıl yönetileceği konusunda konuşmak için çok erken. Dostoyevski romanlarının filmini yapmanın hiç mi hiç anlamı yok. Adamın kendisi hakkında film yapmalıyız. Kişiliği hakkında, tanrısı, şeytanı, çalışması hakkında. Tolga Solonitsin’den harika bir Dostoyevski olur.

10 Mayıs, Pazar, Moskova– 24 Nisan 1970’de Myasnoye’de bir ev aldık. İstediğimiz evi. Şimdi ne olursa olsun umrumda değil. Bana hiç iş vermezlerse ben de taşrada ki evimde oturup domuz ve kaz beslerim, ayrıca sebze bahçem de olur. Hepsinin canı cehenneme ondan sonra!

Yavaş yavaş hem evi hem de bahçesini düzene sokmalıyız; sonunda harika bir ev olacak, hem de taştan.

Burada ki insanlar iyiye benziyor. Bir tane arı kovanı yerleştirdim bahçeye, balımız da olacak. Bir de kamyonet alabilsek tam anlamıyla düzene gireceğiz, bu yüzden mümkün olduğunca para kazanmalıyım ki önümüzdeki sonbahara kadar evin tüm eksikliklerini giderebileyim. Kışın da içinde oturulabilir halde olmalı. Moskava’dan tam üç yüz kilometre uzakta, insanlar buraya bir hiç için sürüklenip gelmezler.

Şimdi önemli iki şey:

1- Solaris iki bölüm olmalı 2- Rublev‘in dağıtımı olabildiğince iyi yapılmalı.

Ancak o zaman ben de borçlardan kurtulurum.

4 Haziran, Perşembe- Parçalar yavaş yavaş bir araya geliyor. Komite, Solaris‘in 4000m, yani 2 saat 20 dakika olmasına izin verir gibi. Merkez Parti Komitesi çekimin Japonya’da olması hakkında tartışıyormuş.

Larissa doktora gitti, dediğine göre bebeğin ikiz olma olasılığı varmış.

13 Haziran, Cumartesi– Dün Bibi Anderson ile tanıştırıldım. Tüm geceyi onun Khari rolüne uygun olup olmayacağını düşünerek geçirdim. Tabi muhteşem bir oyuncu ama çok iyi görünmesine rağmen o kadar genç değil. Bilmiyorum. Onunla ne yapacağız, henüz karar vermiş değilim. Bizim paramızla da çalışmaya razı. Yazın Bergman’ın filminden sonra sonbaharda çalışmaya hazır olacakmış. Bakalım göreceğiz. Şu an bir karar vermedim. İra’yla konuşmalıyım.

Ayın on ikisinde Senka’yı okula götürdüm. Anladığım kadarıyla başarısız ama öğretmeni açık görüşlü, hiçbir şey söylemedi. Neyse en azından şimdilik okul sözkonusuysa olduğunda her şey yolunda sayılır.

11 Temmuz, Cumartesi– Ne zamandır hiçbir şey yazmadım. Bibi Anderson ile kocası buradaydı. Bibi, Solaris‘de oynamaya çok hevesli. Şüphesiz parlak bir oyuncu. İra’yla farklı bir makyaj tekniği kullanarak bir deneme çekimi daha yapacağım, eğer gene de emin olamazsam Bibi’yi deneyeceğim. Üstelik şansımıza Sovyet parasıyla çalışmaya razı, bu başka bir deyişle neredeyse bedavaya çalışmaya razı demek.

Larissa yarından sonra hastaneye gidiyor.

Bibi Aydınlık Gün‘deki anne rolü için şahane olabilir.

Dün Karasik’in Çehov’un Martı‘sına yaptığı inanılmaz kurgunun kopyasını izledim. Bu kez işleri iyice mahvedecek.

#KadınlarYeriniBilsin, #ErkeklerYeriniBilsin’e karşı…

Photo by Sides Imagery on Pexels.com

Dünden beri @twitter -flood-umda sonu bu etiketlerle biten onlarca gönderi geldi önüme; takip edebildiğim kadarı ile @GayeSuAkyol tarafından başlatılan ve benim yorumuma göre tamamen cinsiyet eşitsizliği bağlamında, bugüne kadar geleneksellmiş kalıplara karşı empati oluşturma amaçlı bir hareket.

Bu paylaşımlar, yüzlerce kişi tarafından bir anda -retweet- edilerek trend topic olarak bir protest eyleme dönüştü.

Daha önce paylaştığım Marka’nın Hikayesi postumda #MeToo, #BlackLivesMatter gibi hashtag lerin, insanları harekete geçiren, duygusal anlamda birbirine bağlayan en büyük markalar olduğundan bahsetmiştim. #ErkeklerYeriniBilsin de daha kapsamlı bir ölçekte bunun bir örneği.

Konuların, insanların ilgi çemberlerine girme hızını müthiş artıran bu etiketler, herkesin kendini bu etkileşime dahil etme ve söz söyleme arzusunu tetikliyor.

Benim görebildiğim kadarı ile farklı konum ve profildeki bir çok insan, bu güne kadar kadınlara ait olarak kalıplaştırılmış pek çok ‘söylem’i dönüştürerek erkeklere mal ediyor. Bazıları gerçekten çok yaratıcı, etkileyici ve komik olan bu paylaşımlardan sonra, herhalde bir misilleme düşüncesi ile hemen #KadınlarYeriniBilsin etiketleri ile paylaşımlar dönmeye başladı. Bu, uzun bir süredir siyasal figürlerin tüm dünyada ikna için egemen dili olan -kutuplaştır ve yönet- politikasını, nasıl da her alanda içselleştirdiğimizin ve bunların çoğu zaman nefret söylemine kadar gittiğinin nedeni ve göstergesi.

Başlangıç amacının her ne kadar bu ayrımcılığa dikkat çekmek olduğuna inansam da, bu paylaşımlardan, her iki etiket ile de ilgili, şöyle çıkarımlar da yapıyorum:

1- Sosyal medyada insanların derdini anlatma ve kendini ifade etme kadar bir gruba ait olma dürtüsüyle yaptığı bu paylaşımların amacından çıkarak bazen farklı yerlere gittiği,

2- Bir anlamda itiraz ettiği söylem ve kavramları derinlemesine düşünmeden yüzeysel değerlendirerek, insanların, kendine hiç pay biçmeden yaptığı paylaşımlarla üstüne düşen görevi yaptığına inanıp bir yapay rahatlama hissetmesi, ( Kurulan bir çok cümlede, söylemlerin, eylemlerin bizzat kadınlar tarafından da – bilinçaltısal olarak otomatik kabullenip- gerçekleştirilmesi. Örneğin: ‘ Oğlum, kalk kardeşine bir çay koy..’ gibi cümleleri paylaşıp, hak veren kaç erkek annesi, bunları telaffuz etmeyi düşündü merak ediyorum.) ( Tabi bu tip eylemlerin amacı zaten bu sistemi yaratmak, benim lafım bu derinlikte düşünmeyenlere.)

3- Bu tip etiketlerin, bazı kişilerce sadece kendi popülerliğini artırmak için kullanması.

Yaratılan bu tip protest eylemlerin, samimiyetini koruyorsa etkili olduğunu düşünüyorum. Aksi taktirde ulaşılmak istenen amaca sadece ve sadece zarar veriyor.

Düşüncelerinizi duymak isterim.

Kendine Bir Poster Yap

Bir şey dinlerken, veya bir toplantıda değişik çemberler çizerim sürekli. Tuttuğum not defterlerinin her yerinde gezinir büyüklü küçüklü daireler. Geçenlerde Sostrene Grene DIY sitesinde gördüğüm çizimler çok hoşuma gitti ve aşağıda videoda yorumladım. Basit çemberleri sanat eserine dönüştürmek için gereken malzemeler, kağıt, renkli kalemler, daire çizebileceğimiz objeler ve biraz sabır ve yaratıcılık. Daireler içine başka bir çok şekil yapılabilir. Not: Bu aktivite ortalama 30-35 dk. sürüyor.

Bu tip çizimler hem rahatlatıcı hem de yaratıcılık zekasını geliştiriyor. Yoğun bir problem öncesi bu tip aktiviteler daha çok fikir üretmeye ve daha kolay çözüme ulaşmayı sağlıyor.

İyi çizimler..

En Büyük Sırdaşımız ‘WhatsApp’ mı?

Son günlerde WhatsApp gizlilik politikası değişikliği tartışması, zaten uzun bir süredir var olan endişe ve korkuları tekrar gündeme taşıdı. Ancak konu sadece tek bir uygulama özelinde geçerli değil.

Şu bir gerçek ki, internet ile birçok şey paylaşıyoruz, bazen en yakınımıza bile söylemediklerimizi..

Web dünyası; bizi, alışkanlıklarımızı ve sevdiklerimizi herkesten fazla tanıyor. Yaptığımız her hareket; internette gezinme, kredi kartı ile alışveriş, e-posta gönderme, fotoğraf çekme, makale okuma, hatta sadece bir cep telefonu taşımak geride inanılmaz miktarda iz bırakıyor. Google, ziyaret ettiğimiz siteleri biliyor, ne kadar sağlıklı olduğumuzu, zevklerimizi, harcama potansiyelimizi; Facebook kimle arkadaş olduğumuzu, hatta beğenilerimize göre ne kadar zeki olduğumuzu. Dijital dünyada ikna mimarisi bu bilgilere göre oluşturuluyor. Neleri seviyoruz, neleri sevebiliriz güçlü tahminler yapabiliyorlar.

Kaç kere, bir video izlemek için girdiğiniz YouTube’da bir saat içinde 28 video izlediniz? Bu bir bakıma iyi olarak algılanabilir ama neyi izleyeceğim konusunda bu kadar kontrol veya yönlendirme olması biraz korkutucu. Ve biraz da kısıtlayıcı.

Yapay zeka kullanımları geleceğimizi de şekillendiriyor. Başkanlık seçiminde Trump’ın sosyal medya danışmanı kargaşayı sona erdirmek için gizli Facebook paylaşımları kullandıklarını açıklamıştı, insanları ikna için değil, hiç oy vermemelerini sağlamak için. Teknoloji ve verinin manipüle kullanımı, siyasal anlamda ülke yönetimlerini ve kaderini etkiliyor artık.

İnsanların etnik özellikleri, dini ve siyasi görüşleri, kişilik özellikleri, zekasını, mutluluğunu, madde kullanıp kullanmadığını, ailesinin durumunu, yaş ve cinsiyetini sadece Facebook beğenilerinden bile tahmin edebilir.

Sosyolog Zeynep Tüfekçi‘nin TED Talks konuşması gerçekten çok düşündürücü ve aynı zamanda korkutucu. Konuşmasında bir bölümde aktardığına göre; George Orwell’in ”1984” adlı eseri şu an yine en çok satanlar listesinde. Harika bir kitap ama 21. yüzyıl için doğru distopya değil. En çok korkmamız gereken şey yapay zekanın kendi başına bize ne yapacağı değil, güç sahibi insanların bizi kontrol ve manipüle etmek adına yeni, bazen saklı, bazen de belirsiz ve beklenmeyen şekilde bunu nasıl kullanacakları.

Anlamlı veri kimin elindeyse, gelecek de onun elinde olacak. Sadece Whatsapp uygulamasını kullanıp kullanmama kararı mesele değil, önemli olan şey; büyük resmi gözeterek, bıraktığımız izlere dikkat etmemiz..

Kaynaklar: Veri Stratejisi- Bernard Marr, Zeynep Tüfekçi TEDx Talk

‘Marka’nın Hikayesi.. Sembollerin, Yeni Düzende Hayatımıza Etkisi.

Campbell’s Soup Cans- Andy Warhol

İnsanoğlu, enteresan biçimde, hem kendini uygun gördüğü statüde bir gruba ait olmayı istiyor, hem de herkesten daha farklı, biricik ve özgün olmayı. Hem hayranı olduğu kişiye benzemeyi istiyor ( kimi zaman tek tip olmayı) hem de, kendini farklı bir şekilde ifade etmeyi. Binlerce yıldan beri süregelen bu arzuları karşılayan değerler bütününe ‘Marka‘ diyoruz.

Markanın temsil ettiği değerler tarih boyunca bu amaçlara hizmet etmiş. İlk, semboller çıkmış ortaya; bu semboller, benzer düşünen insanları birbirine bağlamış. Aynı sembol, bayrak altında savaşılmış. Yerleşik hayat başlangıcından itibaren insanlar doğadaki canlı türleri kadar çeşitlikte ürünler üretmiş, tasarlamışlar. Bütün bu nesne, sanat ve makinaları; fiziksel dünya ile başa çıkmak, toplumsal ilişkileri kolaylaştırmak, hayal gücünü tatmin etmek ve anlamlı işaretler yaratmak için meydana getirmişler. Bunları farklılaştırmak için de yine -marka- ve -markalama- kullanmışlar. Günümüzde ise herkes kendi kişisel markalaşması, -SelfBranding- mücadelesinde.

Genetik yapısındaki benzerlikler nedeni ile insanoğlunun da üyesi olduğu primatlar ilk olarak 55 milyon yıl önce ortaya çıktı, ve 50 bin yıl önce, bilim insanlarının ‘The Big Brain Bang’ olarak tanımladığı bir süreç sonunda bizler gibi düşünen -Homosapiens-lere evrildiler. İlk olarak soyut düşünebilme, planlama, pişirme, iş birliği kurma, dil, sanat ve süslenme ; yani sosyal ve alet kullanabilen modern insan özelliği de bu dönemde belirmiştir.

On bin yıl önce sosyal yaşamın başlamasıyla insanlar hem bir gruba ait olmak hem de farklılaşmak kendilerini ifade ederek ayrışmayı istediler. İnsanları birleştirmek için de atalarımız inançları temsil etmek ve bağlantıları tanımlamak için iletişim sembolleri tasarlamaya başladılar. Güç, aidiyet, din, statü dürtüsüyle bu bağlantılar gruplarda daha güvenli hissetmemizi sağladı ve sembollerin temsil ettiği şey hakkında fikir birliği yarattı. Dünyanın neresinde olursak olalım, benzer ritüeller, uygulamalar ve davranışlar geliştirdik. Sembolik logolar oluşturduk, ritüeller inşa ettik. İbadet için ortamlar kurduk. Birbirimizle yemek, saç, doğum, ölüm, evlilik ve üreme ile nasıl etkileşim kuracağımız konusunda katı kurallar, kültür normları geliştirdik.

Bazı sembollerin tüm dünyada ortak özellikleri var. Örneğin -Tanrı’nın eli- bir çok kültürde tekrar tekrar ortaya çıkıyor. Mezopotamya’da Hamza eli, İslam’da Fatima’nın eli olarak görülüyor. Yahudilikte Miriam’ın eli olarak ortaya çıkıyor.

Bazı sembollerin ise çok farklı anlamları, mesajları mevcut. Örneğin, “Gamalı haç”, eski Sanskritçe “svastika” kelimesinden gelmekte, bu aslında “iyi şans”, “şans” ve “esenlik” anlamına geliyor. 1900’lü yılların başında, Hitler tarafından kullanılmadan önce, Coca-Cola tarafından iyi şanslar şişe açacağı üzerinde yer aldı. Amerikan Bisküvi Şirketi, markayı belirgin bir şekilde kaydetti ve çerez kutularına koydu. ABD Oyun Kartı Şirketi, 1921’de Fortune Oyun Kartları için bu işareti kullandı. Puro etiketlerinde, yol işaretlerinde ve hatta poker fişlerinde de yer aldı. Bu işaretler aynıydı, ancak Nazi sembolü olarak kullanıldığında, etki; çok, çok farklı oldu.

İnsanların yüz yıllar boyunca ürettiği şeylerin sayısı gerçekten çok şaşırtıcı. Mesela 1867 yılında İngiltere’nin Birmingham kentinde beş yüz farklı çekiç üretilmiş. İnsanlar doğal ihtiyaçları değil, kendimize ait olarak algıladığımız ihtiyaçları karşılamak üzere üretip tasarladılar. Bize ait bir kurmaca bir dünyayı oluşturan bu ürünler, temel ihtiyaçların giderilmesi için değil, insanoğlunun çağlar boyunca kendi varoluşunu tanımlamayı ve devam ettirmeyi seçtiği somut çıktılar oldu.

Bizler görsel varlıklarız. İşaretler yaratma, o işaretlere anlam atfetme ve yorumlama dürtümüz çok eski ve güçlü. Tanrı’nın eli, Nike logosu ve gamalı haç: hepsi binlerce yıldır görsel dil ile nasıl anlam ürettiğimizi gösteriyor.

Marka daha sonra pazarlamayı gündeme getirdi. Ortaçağ’da çömlek markalarına ekmek ve çeşitli meslek loncalarının markaları eklendi. Bazı durumlarda bunlar, belirli üreticilere sadık olan alıcıların ilgisini çekmek için kullanılırken, aynı zamanda lonca tekellerini ihlal edenleri yakalamak ve ikinci kalite ürün imalatçılarını belirlemek için de kullanıldı.

İnsanlar ürünleri tasarladılar ancak üretim, iletişim, reklam ve marka yönetimi, sanayi devriminden beri kurumsal şirketler temelinde yapıldı. Şirketler önce ürün pazarladılar, sonra hikaye ve yaşam tarzı.

Günümüzde Marka, ürünün, şirketin karakteri ve iletişiminin bütünü, kurumun ya da kişinin vizyonu ve ana mesajıdır. Kullanıcı ile aradaki duygusal bağdır. Marka, daha da önemlisi, insanlığın ilk zamanlarında olduğu gibi birleştirici bir semboldür. Teknoloji yardımı ile geçtiğimiz yıllarda #MeToo ve daha yeni Amerika’da meydana gelen ırkçılık olaylarını takiben #BlackLivesMatter -hashtag- lerinin bir şemsiye marka gibi güçlü inançları olan benzer insanları birleştirip, değişime yol açtığına şahit olduk. Genel olarak marka iletişiminde ipler tamamen kurumların elindeydi. Bugün öyle mi, emin değilim.

Bir tüketici olarak Marka ile ilişkimiz, her zaman o an ki kültürümüzün durumunu yansıtır. Marka oluşum süreci ve yönetiminin merkezinde de şu an tüketiciler bulunmakta. Bu gücümüzü istediğimiz bir dünya yaratmak için kullanmak da bizim sorumluluğumuz.

Yararlanılan Kaynaklar: Symbols- T.A. Kenner, Teknolojinin Evrimi- George Basalla, İnsan İletişiminin Kökenleri- Michael Tomasello, Brand Thinking-Debbie Millman

Geleceğinizi gerçekten bilmek ister misiniz? ‘Devs Dizisi’ ve Düşündürdükleri..

Bir bilgisayarınız olduğunu ve onun dev ekranında geçmişte ve gelecekte herhangi bir anıya veya an’a gidip izleyebileceğinizi hayal edin. Geçmiş mutlu anılarınızı, çocukluğunuzda yaşadıklarınızı, iz bırakanları mı, yoksa ileride ki halinizi, yaşanacakları mı daha çok izlerdiniz?

Yaşadığımız anların çoğu, zihnimizde, geçmiş anılar ve geleceği düşünmekle geçiyor. Geleceğin belirsizliği de genelde biraz heyecan barındıran, bazen endişe verici hislerle çevriliyor bizi.

Neler olacağını bilmiyoruz.

Kimine göre ise hayatı yaşanabilir kılan tam da bu belirsizlikler.

Örneğin üç sene ya da on sene sonra neler yapacağımı, nasıl görüneceğimi büyük bir kesinlikle bilip yaşamak bana biraz korkutucu ve tekdüze geliyor. Geleceği bilmek vereceğimiz kararları, seçimleri etkiler miydi, bu da ayrı konu. Geçenlerde izlediğim bir webinarda bahsedilen bir ankete göre; geleceği, ne zaman ne yapacağını, nerede, kimle ve nasıl olacağını tam bir kesinlikle çoğunluğun bilmek istemediği ortaya çıkmış.

Hem gelecekte neler olacağını ölesiye merak ediyor ama yine de bununla gerçekten yüzleşmekten kaçıyoruz.

Bugün Devs isimli mini diziyi bitirdim. Alex Garland’ın Ex Machina ve 28 Gün Sonra filmleri gibi sorgulayan, düşündüren biraz kuantum felsefesiyle harmanladığı tartışmalı serisi. Biraz Matrix filmlerini de hatırlattı bana. Tam da West World’ün üç sezonu sonrasına denk gelmesi ile kafam daha mı karıştı, aydınlandım mı, bilmiyorum!.

(Yazının bu bölümü Devs ile ilgili spoiler içerebilir.)

Devs’de bir teknoloji milyarderi, ekibiyle, işte bu, geçmiş ve geleceği izleyebileceği bilgisayarı tasarlıyor. Küçük kızını kaybetmesi ve ona duyduğu özlem bu icadın çıkış noktası. Bilgisayar, evrendeki bütün verileri sisteme yükleyip geçmiş ve gelecek anları simülasyon olarak izletiyor. Belki biraz karışık ama heyecanlı giden seri, kader ve özgür irade kavramlarını sorguluyor. Diziye göre evren determinist yapıdadır; yani hayatta tesadüfi bir şey yok, herşey başka bir şeyin nedeni ve sonucu. Herşey baştan belli ve biz de yaptığımız seçimler ve kararlarla bizim için yazılan kodu gerçekleştiriyoruz. Sonu belli bir sistemde hepimiz kendine düşen rolü oynuyor ve hiçbir şekilde bu rolün dışına çıkamıyoruz. Gerçekten böyle mi? İrademizi kullanarak geleceği değiştiremez miyiz? Bu soruların cevabını en son bölümde izliyoruz.

Bu felsefeye göre yapılan eylemlerin sorumluluğunu da almak gereksiz. Yaptığımız şeyler bizim için yazılan bir planın parçası ve yaptığımız olası kötü şeylerin suçlusu biz değiliz. Çünkü öyle olması gerekiyor. Her halde dini temelde yüz yıllardır sorgulanan bir kavram kader.

Kaderimizi değiştirebilir miyiz? Ne kadar etki ederiz?

Alınyazısına inanmak zaman zaman insanı rahatlatan, gerçekten de bir kabulleniş ve teslim duygusu ile suçluluk duygusu ve üzüntümüzü azaltan bir inanç sistemi. Alex Garland’ın dizide kader kavramını aynı felsefede, kuantum mekaniğinde bilimsel bir zemine oturtarak kullanması çok şaşırtıcı geldi bana.

Yaşadığımız hayatın hızı ve anlamı da ayrı bir konu. Günümüzde telaş içinde yaşıyoruz. Hayat aylar, günler bazen teknoloji sayesinde saatler içinde değişebiliyor. Dizide bir bölümde 30.000 yıl öncesine ait birkadın homo sapiensin hayatını izliyorlar: O dönemde Fransa’da bir mağarada yaşayan bu kadın, mağara resimleri yapmaktadır. Bu insanlar onlar,yüzler değil binlerce yıl aynı mağaralarda yaşamışlardır. Aynı mağarada beş bin yıl boyunca aynı tür resimler çizilmiştir. Şimdiki hızla kıyasladığımızda o kadar süre içinde nasıl hiç bir şey değişmemiş olabilir ki? İnsan gerçekten merak ediyor.

Covid salgını sayesinde hepimiz hayatımızın akışını bir anlamda sorguladık bu günlerde. Temel ihtiyaçlara yöneldik, öncelikle hayatta kalma dürtümüz ile yavaşladık. Gelecekle ilgili beklentiler ve senaryoları belki biraz farklılaştırdık. ‘Nasıl olsa herşey olacağına varır’ mantığı ile düşünsek bile, bu kayıtsızlığın bilinçli karar ve seçimlere etkisini gözardı etmeliyiz bana göre. Gerçekleştirdiğimiz eylemler geleceğimizi şekillendirecek. Bence de hayatı yaşamaya değer kılan şeyler belirsizlikler, sürprizler. Sadece merak edip endişelenmektense , belirsizliği kucaklayarak yaratacağımız güzel günler yaşamak ümidi ile..

Günlükler- Salah Birsel- Aynalar Günlüğü II

Salah Birsel’in günlüklerinden devam:

Yıl 1986

19 Mayıs Pazartesi– İnsan aklı sınırlıdır. İlk Kant çizmiştir bunun altını. Ona göre insan doğaüstü olayları çözemez. Tanrı var mı, yok mu onu da kestiremez. Gelgelelim, Salt Aklın Eleştirisi yazarı, yaşlandığı vakit bu düşüncesini bırakacak. Tanrı’nın varlığına dört elle sarılacaktır. Aralıkta: ‘ Kant Tanrı’yı kapıdan çıkardı, bacadan içeri aldı,’ eleştirisini almaktan da kurtulamayacaktır.

Peygamberler, büyük din adamları, büyük politikacılar da, bilindiği gibi, dünyamızın ötesinde ışıklı bir dünya olduğu görüşünü benimserler. Ölüme de orada açılan bir kapı gözüyle bakarlar. İlkçağ ve Ortaçağ filozoflarının çoğu da aynı tahteravalliye binerler. Eflatun, ruhun ölmezliğine inandığı gibi bedenden bedene dolaştığına parmak basar. Ciceron ise: ‘ Madem ruh kendinden ayrı, kendinden yabancı bir şeye karışmış değil, öyleyse bölünemez. Bölünemeyince de yok olamaz,’ der.

Dikkat edilirse, çokları, bugüne değin, ölüm karşısında sıkı durmayı bol bol öğütlemişlerse de kimse onun fartası furtasını açıklayamamıştır. Onun yüz okka çektiğini sananlar dünya urbalarını ahret urbasıyla bir an önce değiştirebilmek için can atarlar. Dolabını iyisinden kurmuş bir cadaloz olduğunu söyleyenler ise onu pek umursamazlar. Bilirler ki, yaşadıkları sürece, ölüm onlara hiçbir kötülük yapmayacaktır. Öldükten sonra ise kendilerine ne tuzaklar kuracağı onlara vız gelir.

27 Mayıs Salı- Üç gecedir uyku dolabım bozuldu. Dörtlerden, beşlerden önce gözüme uyku girmiyor. Dün yine uykusuzluk aman zaman vermeyince, sinirlerimi paspaslamak için 10 mg.’lık bir tranxilene yuttum. Sonra salona dönerek, Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği‘ni kaldığım yerden (34. sayfa) okumaya başladım. Yarım saat geçmişti ki birden gözkapaklarım ağırlaştı. Hemen yatağa seyirtip uykuyu bekledim. Sola dön, sağa dön. Bir saat boşuboşuna çırpındım. 4.30 da kalkarak mutfağa sığındım. Tuzu çıkarılmış beyaz peynirle zeytinyağını karıştırarak, yine tuzsuz bir dilim ekmekle midemi şereflendirdim. Sonra yine salonda, uyku kaçırmaktan başka bir işe yaramayan berjerde, Kundera’nın 37, 38 ve 39. sayfalarını okudum. Yatağa bu kez uçarak gittim.

Uykusuzluk, Fransız şair Blaise Cendrars’ın da finosudur. Onu yanından hiç ayırmaz.

Uykunun davlumbazını, Birince Dünya Savaşı’nda kırdığını söylerse de Henry Miller, onun gözüne uyku girmemesini, dur-durak dinlemeden çalışmasına, tonlarca kitap üretmesine bağlar. Gerçekte Cendrars, dört beş kitabı birden yazar. Altmış yaşına geldiği vakit bile düzinelik tasarıların ardından koşuyordur. Miller de onları okuyabilmek için boyuna Tanrıya yalvar yakar oluyordur. Çünkü yazılacak yapıtlar arasında Sapısilikler de vardır ki onu okumadan ölmak istemiyordur.

Nedir, Miller’a göre Cendrars, yazı yazmaktan yoğun yaşama geçerek, ya da tam tersi, yoğun yaşamdan yazıya atlayarak üstünden uykusuzluğu ve yorgunluğu atmasını da bilir. Şu da vardır ki, o, dört dörtlük bir yogicidir. Uykusuzluk, bitkinlikle görünmez şeyleri göreceğini sanır.

Yıl 1987

28 Mayıs Perşembe– Yazarların, sanatçıların çoğu bir akrep, bir maymuncu, bir kıskanç köpek.

Tatlı tatlı laf üretirken bile birbirlerini iğnelemekten geri kalmıyorlar. Karşılarındakini anlamak için kafalarını yormaya da yanaşmıyorlar. Ama onun yazılarını, düşüncelerini, deyiş biçimlerini aşırmayı büyük bir ustalık sayıyorlar.

Fransız ressam Corot, Manet’nin adını bir resim sergisinin jürisinden çıkartmıştır. Hoş, manet de ondan hallice değildir. O da Monet’ye şöyle der: ‘Renoir senin dostun. Söyle de resmi bıraksın artık.’Renoir de, top kendisine gelince, Picasso için şu acımasız sözü şandellemekten çekinmez: ‘ Bu pisliği ortada kaldırın.’

:))

%d bloggers like this: