Günlükler- Salah Birsel’ Aynalar Günlüğü’ I

Salah Birsel 1919 tarihinde Balıkesir’de doğar. Ailesi yedi kuşak Izmir’li olan yazar, çocukluğu ve gençliğini İzmir’de geçirir. Yıllarca Karşıyaka Soğukkuyu’da oturur. Saint-Joseph Fransız Lisesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi’nde hukuk daha sonra felsefe okur. Daha çok aklın egemenliğinde deneme ve şiirleri ile öne çıkar. Ayrıca günlük kaleme alıp yayınlayan nadir Türk yazarlardandır. ‘Günlük’, ‘Yaşlılık Günlüğü’, ‘Aynalar Günlüğü’, ‘Gece Yarısı Mektupları’, ‘ Papağanname’ gibi bir çok günlük yapıtları yayınlanmıştır. Bu seride, Aynalar Günlüğü’ eserinden; 1986, 1987 ve 1988 yılları Mayıs Ayı’nda yaşadıklarından kesitleri eş zamanlı olarak okuyabilirsiniz.

1987

8 Mayıs Cuma- Raftan, çayım için bir yeşil bardak çekmiştim ki suratımı ekşittim. İki ay önce lacileri, kırmızıları itip yeşile döndüğüm halde bugün yine yeşili bıraktım, kırmızıyı aldım.

13 Mayıs Çarşamba- Bir beş yüz liralığın ( numarası C650866255) İzmir Saat Kulesini gösteren yüzüne birileri şunu yazmış: ‘ Bu paranın iki dakika sonra arkasını çevir.’ Arkasına bakıyorsunuz: ‘Aptal, iki dakika oldu mu?’ Kağıt paralar üzerinde ibadullahın yazdığı yazılar için bir kaç fiş çıkardığımı bildiğimden, onları bulmak için tüm dağarcığımı alt üst ettim. Yok, yok.

Yirmi yaşımdan beri okuduklarımdan, gördüklerimden bir sürü fiş çıkarmış, bir sürü not tutmuşumdur. Bunların kimileri defterlerde, kimileri de zarflardadır. Ama işte böyle, onlardan birini aradığım vakit yürümezden yük tutmak zorunda kalıyorum. Bu not alma işi Goncourt Kardeşlerle başlamıştır. Ama Andre Billy, onlardan çok önce, Balzac’ın buna el attığını yazar. Balzac’ın havadarlarından Auguste Fessart da onun için şöyle dermiş: ” Mösyö de Balzac’la konuşmak çok güç bir işti. Düşüncelerinizi bir bir saptar, işine gelenleri de cebinden çıkardığı bir not defterine kaydırırdı. Ürünün azlığına ya da çokuğuna göre buna, sonradan yayığa vurmak üzere’bal almak’ ya da ‘ambara yığmak’ adını verirdi. Yeni bir sözcüğe raslayınca da kahkahaları basardı.”

15 Mayıs Cuma– Kağıt paraların üstündeki yazılarla ilgili fişlerimi buldum.

Bir yüz liralıkta şu yazılı: ‘ 21 Kasım 1986, Çetin’in Manisa’ya gittiği gün. Bana vermişti.’

A14541627 numaralı bir yüzlükteyse şunlar var: ‘ Babaya hayırlı işler. Nuray başar. Avni Renan.’

Bir başka yüzlük ise büyük bir hesap yapılmış: Bir milyondan beş yüzbin çıkarılmış, böylece geri kalanın beş yüz bin lira kalacağı anlaşılmış.

C03048996 numaralı bir beş binlik de yine hesap işlerinde kullanılmış. Bir kooperatiften 71.000 çekilmiş ama ev parası 80.000 liraymış.

Nedir, en çok hoşuma giden yazı D 14798185 numaralı onlukta oldu: ‘ Bıktım şu tebeşir parasından’

10/B 73792612 numaralı bir başka onluk ise bir er türküsü çığırıyor:

Ben askere giderken- Çantamı bağlar mısın?- Ayrılık treni düdük çalarken- Peşimden ağlar mısın?

20 Mayıs Çarşamba– Notlarımı karıştırıyordum ki dost bir öğretmenin, Sadullah Gür’ün yıllar önce benim için yazıp verdiği bir dörtlüğe rastladım:

Yaman eleştirici SalahKalem onda bir silahDikkat et konuşurkenGiydirir sana külah

Bana övgüler çokluk okurlarımdan gelir. Çünkü onlarda çekemezlik, kıskançlık, dümeni kırıklık gibi çoğu yazarın boğazına sarılan zehirli ve hayın sarmaşıklardan hiçbiri yoktur.

1988

13 Mayıs Cuma- İstanbul Asliye Ceza Mahkemesi’nin açık saçık bularak yok edilmesine karar verdiği Henry Miller’ın Oğlak Dönencesi adlı kitabı39 yayınevince yeniden basılmış. Basılır basılmaz da yine toplatılmış.

Kitap yasaklamakla, kitapların okurlara ulaşmasını engellemekle nereye varılmak isteniyor? Bu aynak ve oynak gidiş mutlu sonlar kapısının ipini çekmeye yarasaydı, kitap yakmayı bir yaşam ve politika biçimi sayan Naziler, şimdilerde yokluk ufkunun ardında itelenmiş olmazlardı.

Tarih satrancı kitaptan ve resimden korkan ve korkularını yenmek için onların lambasına üfleyen devlet benbencilerinin kötü renkli işleriyle doludur.

14 Mayıs Cumartesi– Kediseverlerin hemen hemen tüm kedilerin, öldüklerinde ölülerini insanların gözünden kaçırdıkları inancındadır. Gelgelelim Paul Leautaud günlüğünde, kedisi Riquet’nin son yolculuğunu kendi yatağında, yastığının üstünde verdiğini yazar. İstasyon Kahvesi’nde buluştuğum Behzat Ay da -ki o da yaman bir kedicidir- kedilerinin ölülerini hep hep gizli yerlerde bulduğunu açıkladı. ‘ Biri sanki onları oraya saklamıştı’.

Günlükler- Bertolt Brecht Gözünden; 1942’de, Bu Hafta Sonu Neler Oldu?

8 Mayıs Cuma- Finlandıyalı’lar hala savaşıyorlar. İnsani sabır şüphe edilecek bir şey. Daha bir yıl önce yaşanan nasıl bir açlıktı? Grete için bir portakal ya da bir yumurta ele geçirinceye kadar- sanki hayatı o portakal ve yumurtaya bağlıymış gibi- alıp getirmiştim.

9 Mayıs Cumartesi- Eisler, haklı olarak bizlerin yenilikleri katıksız teknik, sosyal işlevinden bağımsız yürütmeye çalışmış olmamızın ne kadar tehlikeli olduğuna işaret ediyor. Orada harekete geçiren müziğin kayıtsız şartsız istenmesi vardı. Burada radyodan günde yüz kere harekete geçiren müzüği duyabilirsiniz: Coca Cola almaya teşvik eden korolar. İnsan çaresiz ‘sanat için sanat’ diye sesleniyor. Ben Schönberg okulu aracılığıyla metinlerin doğal olmayan vurgulamalarıyla dalga geçerken, Adorno bu vurgulamaları büyük ve ani aralıklar talep eden ‘ müziğin gelişimi’nin bir sonucu olarak savunuyor. Böylece sonuç olarak bunlar yapı tekniksel, neredeyse matematik düşünüşlerdir ve ölen savaş atlarının kişnemesi gibi, müzisyenleri mecbur eden tonal malzemenin düzenlenmesinde mantığın kayıtsız şartsız istemleridir.

10 Mayıs Pazar- Bu savaşla sonuna kadar mücadele edilmesi ne itici! Savaş yönetiminin buzullaşmasından söz edilebilir. Malların giderilmesi için olan bu devasa mekanizma, kazançlı üretim olduğu sürece malların üretimi için olan mekanizma gibi çok az ideolojik dürtüye ihtiyaç duyuyor. Rövanş hevesinin çağrısı ‘normal’ endüstride ki çalışma hevesinin çağrısı gibi gereksizdir. Çok fazla teknik akıl yatırımı yapılan bu tank savaşları ne aptalca. Bir yığın tank, yine bir diğer yığın tanka karşı sürülüyor ve sonra tanklar karşılaştıklarında birbirlerini vuruyorlar; eski dövüşme, makinelerin savaşına dönüşüyor, akşam tanklar hasar verme güçlerinin yenilenmesi için geri dönüyorlar vs. vs. Düşmanlığın en büyüğü, birleşme koşulları için savaşı bitirmeye çalışan rakip iki firmanın düşmanlığına eşittir.

11 Mayıs Pazartesi- Dunant malzemesi büyük zorluklar yaratıyor. Hicivli bir bakış açısı ( hümanizm, bu dünyada, burjuva bir birey için alkolizm kadar tehlikeli). Timon safhasına giriş açmıyor. Bir ısı problemi. Burada iyi yetiştirlmiş bir genç adamın öfkeden çıldırmış ihtiyara dönüşmesi sözkonusu, insan dostu- insan düşmanı diyalektiği, Kızıl Haç’ın fırsatçı karakteri. Genç Dunant, Cezayir’de ki değirmenlere imtiyaz sağlanması için mücadele etmek üzere ayrılır, sonra kendisini emperyalizmin kurbanlarına hayırseverlik sağlanması uğruna mücadele etmek zorunda hisseder, her iki amacın çatışmasını yaşar ve Lear’ın deliliğine düşer.

Kaynak; Bertolt Brecht, Günlükler 1941-1955, İthaki Yayınları

İş mi, Kariyer mi, Misyon mu?

Çok eski zamanlardan bir Alman hikayesi var. Ortaçağ zamanında birisi çalışan taş işçilerine sorar: ‘Ne yapıyorsun? ‘

İşçilerden biri cevap verir: ‘Çalışıyorum, ekmeğimi kazanıyorum.’

Diğeri: ‘Ben bir taş ustasıyım, taşlara şekil veriyorum ‘ der.

Üçüncüsü ise şöyle cevap verir: ‘ Ben bir katedral inşa ediyorum.’

Sizin ki hangisi?

Bertolt Brecht, Günlükler

Picasso, Guernica,1937

Günlük tutmak için bende motivasyon oluşturması niyetiyle başladığım seriye; şair, oyun yazarı, eleştirmen ve uygulamada geliştirdiği epik tiyatro anlayışıyla devrim yaratan kuramcı Bertolt Brecht ile devam ediyorum. Bir önceki yazımda Zweig’in 1. Dünya Savaşı sırasında yaşadıklarını aktardığı günlükten paylaşım yapmıştım. Aynı zor zamanları bu kez Bertolt Brecht’in gözünden okuyalım..

1898 doğumlu ve orta halli bir aileden gelen Brecht, edebiyat ve tiyatroya ilgi duymasına karşın 1917 de liseyi bitirdikten sonra Münih’te tıp okumaya başlar, 1. Dünya Savaşı sonuda askere alınır, Augsburg da bir hastanede sağlık görevlisi olarak çalışmaya başlar. Nazilerin iktidara gelişinden sonra Almanya’yı terk eder ve uzun yıllar Amerika’da yaşar. Burjuva değerlerine, savaşa, sömürü ve kapitalizme sonuna kadar saldırır ve yapıtları ile tiyatro dünyasına yenilik ve derinlik kazandırır.

Yazar 1942 yılında, aşağıdaki satırları yazdığı sırada Amerika’da sürgündedir.

16 Mart Pazartesi- Daha sonra kontrol etmek amacı ile kimi tahminlerimi not alıyorum. Alman ordusu gözle görünür bir şekilde geçen yıldan daha zayıf. Yeni bir saldırı başlatmak iletişim alanı daha geniş olduğu için daha zor olacak. Silah altına yeni alınanların ise kendine güveni daha az olmalı. Gerçek bir ikinci cephe olmayacak. 10-15 tümeni gemiyle taşımak için bir buçuk milyon tonluk taşıma kapasitesi ve eşlik edecek savaş donanması gerekiyor. Bu yaz Hitler’i saf dışı bırakmak için bir Dunkirchen de yeterli olabilirdi; böyle bir riski İngiltere göze alabilir belki ama Tory’lerin göze alması zor. Washington son olarak SSCB ile doğrudan anlaşma yaparak, Londra’nın diğer engellerini ( kıta İngiliz ordusu olmadan Hitler yenilgisinin sağlanması) ortadan kaldırmak istiyor gibi görünüyor. Hitler ilk önce İzlanda’yı işgal edecek. Savaşın kuzeyde mi güneyde mi sürdürüleceğine 1942 yılı karar verecek. Müttefik saldırıları Berlin’i tehdit edebilir, savunma ise güneydoğuda Kafkaslar ve İran’ı. Japonya SSCB ye saldırmak zorunda kalacak. Askeri gücü tükenecek ve sadece Hindistan’da ki Tory politikası ona yeni kaynaklar açacak.

17 Mart Salı – Reichenbach’ın Kaliforniya Üniversitesinde -Determinizm- üzerine bir sunumu var. Nedenlerden oluşan sistemimiz, tekrar üretilebilirliğin bir tarzı tarafından sınırlandırılmıştır. Einstein bir keresinde parmağıyla son derece düzensiz ve ritmik bir şekilde sabit olamayan hareketler yaparak bu üretilebilirliği şöyle ifade etmiştir:’ Eğer yıldız sistemleri örneğin böyle hareket etseydi Astronomi olmazdı( şüphesiz kendine ait iyi sebepleri olmasına rağmen)’ Filozofa uzayda bir nokta ve zamanda bir noktanın koordine edilemeyeceğini söyleyen Heisenberg teorisinden rahatsızlar. Hatta bununla bir sınır tespit edilse bile, bunun dışında prensip olarak tasvir metotları iyileştirilemeyecektir. Filozoflara yine de tasvir olacağının bir sorusu kalıyor, böylece hiçbir şeyin yoktan varolmayacağı kuralı aynen korunuyor. Fizikçiler tarafından kendi öğretilerinin kanıtı sayesinde, neden, kökünden değiştirilir, yani onu terk ettikleri yerde bırakırlar. prensip olarak tanımlanamayan nedenler onlar için neden değildir.Filozofların ‘hiçbir şey’ i göstermekteki yeteneksizlikleri, fizikçilerin, bu hiçbir şeyi, hiçbir şey olarak ele almalarına engel olmuyor. Ama yine de sıfırı bir büyüklük olarak ele almayı onaylamak alışkanlıkları yüzündendir.Büyüklüklerden oluşan bir sistemde, sıfır, belki büyüklük olarak sayılabilir. Daha doğru bir deyişle başka türlü gösterilmesi çok zordur ama duygu olmaksızın diyalektik için diğer büyüklüklerden bu büyüklük olmayana mantıklı bir sıçrama sağlanamaz. Böylece uzay, filozoflar için maddenin özelliği olarak hayal edilemez olur. Uzayın, maddenin içerdiği ne ise o olması, onlar için tuhaftır. Maalesef Reichenbach bu konuda tek kelime etmiyor.

Günlükler II, Bertolt Brecht, İthaki yayınları

Para Bütün Kötülüklerin Kaynağı mı?

Demek paranın her kötülüğün kaynağı olduğunu düşünüyorsunuz? Peki, paranın kökünün ne olduğunu sorguladınız mı? Para bir mübadele aracıdır. Ortada değiş-tokuş edecek ürünler ve insanlar olmazsa, para da var olmaz. Para aslında birbiriyle iş yapmak isteyen insanların, değere karşı değer verme ilkesinin maddi biçimidir. Onu ancak üretebilen insanlar mümkün kılmıştır. Bunu mu kötü buluyorsunuz?

Üretilen tüm malların, dünyada oluşmuş tüm servetlerin kökeni insan zihnidir. Ama siz diyorsunuz ki para güçlüler tarafından, zayıfların aleyhine yaratılmıştır. Hangi güçten söz ediyorsunuz? Silah ya da kas gücü değil o. Servet, insanın düşünme kapasitesinin ürünüdür. … Paranın dayalı olduğu kural, bir insanın kendi zihnini ve çabasına sahip olması kuralıdır.

… Para yalnızca bir alettir. Sizi istediğiniz yere götürür, ama sürücülüğü sizden devralmaz. Size arzularınızı tatmin olacağı verir, ama size yeni arzular kazandırmaz… Para, ne istediğini bilmeyen insana mutluluk satın alamaz, değer bilmeyene bir değerler kodu veremeyeceği gibi, ne arayacağına karar vermekten hep kaçınmış birine de bir amaç sunmaz. Para, budalalara akıl satın alamayacağı gibi, korkaklara alkış, beceriksizlere saygı da sağlayamaz.

Parayı miras olarak devralmaya layık insan, ancak o paraya ihtiyacı olmayan insandır. Eğer mirasçı o paraya denkse, para ona iyi hizmet eder, değilse onu mahveder. Ama siz bu durumu seyreder, para onun ahlakını bozdu , dersiniz. Yoksa o mu paranın ahlakını bozmuştur?

… Para sizin sağ kalma aracınızdır. Yaşam kaynağınız hakkında vereceğiniz hükümdür. Eğer kaynak kötü ve yozlaşmışsa, kendi hayatınızı lanetlemişsiniz demektir. Parayı sahtekarlıkla mı kazandınız? İnsanların günahlarına, aptallıklarına hizmet ederek mi kazandınız? Standartlarınızı mı düşürdünüz?Eğer öyle yaptınızsa paranız size bir anlık, bir kuruşluk sevinç bile getiremez. O zaman satın aldığınız şeyler, size bir takdir değil, bir sitem haline gelir, bir başarıyı değil, bir ayıbı hatırlatır…. Para sizin hak etmediğiniz maddi ve manevi değerleri elde etmenizi sağlamaz. Paradan nefret etmenizin nedeni bu mu acaba?

Para toplumsal değerin barometresidir. Ticaretin iki tarafın rızasıyla değil de , zorlamayla yapıldığını görürseniz, üretebilmek için hiçbir şey üretmeyen insanlardan izin almanız gerektiğini görürseniz, paranın mal alıp satanlar değil de, ikramlar, iltimaslar alıp verenlere doğru aktığını görürseniz, insanların çalışmayla değil de, nüfuzla zenginleştiğini gözlemlerseniz ve yasalar da sizi bunlardan korumuyorsa; tam tersine o insanları size karşı koruyorsa, dürüstlüğün kendini feda etme anlamına geldiğini anlarsanız, toplumunuzun yazgısının yok olmak olduğunu anlarsınız.

… Paranın tüm iyi şeylerin kaynağı olduğunu keşfedeceğiniz güne kadar, kendi mahvoluşunuzu davet ediyorsunuz demektir.

Francisco d’Anconia

Eski paraların resimlerini yapmaya başladım. Arkas Sanat Müzesi’nde Muharrem Kayhan’ın koleksiyonundan erken Anadolu sikkelerini içeren ‘Karun’dan Karia’ya’ sergisini gezdiğimden beri aklımdaydı bu. Paralarla ilgili görsel araştırmaları yaparken, Twitter da Özgür Mumcu’nun paylaşımını da görünce aklıma geldi bu kitap. Yukarıdaki cümleler Ayn Rand’ın 1957’de yayınlanan ‘Atlas Silkindi’ romanının karakterlerinden birine ait. Yıllar önce okuduğumda aklımda kalan bir kısımdı. Biraz sert, çarpıcı ve kibirli cümleler. Kendini bireyci, objektivist olarak niteleyen yazarın kendi gibi. Yazar dünyada Yaratıcılar-üreticiler ve Elden düşmeci-figuranlar olarak iki tip insan olduğunu iddia ediyor. Başkaları için çalışmayı küçümsüyor ve paylaşımcılığı gereksiz ve değersiz buluyor. Birey haklarının kayıtsız şartsız üstünlüğünü ve bunlara müdahalenin olması gerektiğine inanıyor. Örneğin kazanılan para için vergi vermek yanlış. Vergi almak, sadece çalışan, üreten insanları cezalandırmaktır. Kitap bu fikirlerin yeşerdiği bir konu izliyor.

Bu arada Darryl Cunningham’ın ‘Büyük Çöküş’ kitabını okuduğumda; bu güçlü ve dominant kadının Amerika’da özellikle 2008 krizine yol açan felsefeyi üretip hizmet ettiğine çok şaşırmıştım. Kitaba göre, Alan Greenspan, devletin düzenleme mekanizmasının gereksizliğini merkeze alan bu felsefenin ve Ayn Rand’ın en büyük takipçilerinden biri. Ve bu krize o zaman yol açan olayların kaynağı da, devlet denet ve düzenlemelerinin bankacılık sektöründe neredeyse tamamen kaldırılmasıydı.

Hayatımızın orta yerinde duran para kavramına siz nasıl değerler yüklersiniz? Para neye araç? Kafamızda belirlediğimiz hedefler, hayallerimiz yoksa para bize nasıl hizmet edecek? Sadece nasıl, ne kadar para kazanmayı değil, -Ne için?- para kazanacağız onu sormak lazım kendimize.

Sizin amacınız, hayalleriniz ne?

Kaynaklar, Atlas Silkindi, Ayn Rand, Büyük Çöküş, Darryl Cunningham, Yeni Entellektüeller İçin, Ayn Rand

Stefan Zweig ‘Günlükler’.

Cy Twombly, Untitled, 1972

Yazarın 1915 Tarihinde 1. Dünya Savaşı devam ederken yazdığı satırlardan seçkiler devam ediyor. Günlükte, savaş boyunca gönüllü olarak zaman zaman arşivde çalışan yazar, çoğunlukla duygusal bir çöküntü içinde. Zaman zaman Almanların yaptıklarını yererken bazen de yapılan bir saldırısını kahramanlık olarak nitelendiriyor. Nitekim sonunda 2. Dünya Savaşı’nın sonucunu göremeden 1942 yılında sürgünde yaşadığı Brezilya’da karısıyla beraber intihar eder. Bu günlüklerde benim anladığım yazarı yıkıma iten sadece savaşın ölümcüllüğü ve yıkıcı gücü, ülkesine dönememesi değil, Kültür Avrupa’sının, çağdaşlığın sonunu getirdiğini düşünmesi. Bir sonra ki günlük; şair, oyun yazarı ve kuramcı Bertolt Brecht’ten olacak. Aynı tarihlerde aşağı yukarı aynı koşullarda bu sefer bu sanatçının gözünden yaşadıkları ve duygularından bir seçki paylaşacağım.

İyi okumalar.

28 Nisan Çarşamba– Kayda değer bir şey yok, biraz çalıştım, çokça yoruldum. Savaşla ilgili olumlu haberler gelse de kolumuz kıpırdamıyor. Bunlardan yalnızca bir tanesi enfesti: Leon Gambetta’nın torpillenmesi. Fransa’da bunun etkileri derinden hissedilecek. Bunu söylemek çok acı ama bu savaşta ki kayıplar çoğalmalı, yoksa halk bu saçmalığın bilincine varamayacak. Flandre’da olacağı söylenen taarruzun gerçekleşmemsinin, hatta bunca gecikmesinin Paris’te etkisi görülmeye başlayacak. Durmaksızın bildirilen bu zaferlerin, haritanın neresinde olduğunu görmek isteyeceklerdir. Bunalımları da heyecanları kadar hızla olacaktır.

29 Nisan Perşembe– Yeni bir şey yok. Taarruzumuz gecikiyor. Auffenberg olayı bugün kamuoyu tarafından duyuldu. Zamosc kahramanını böyle çarmıha germek utanılacak bir şey. Burada herşey onun tarafında, yeni bir Benedek Olayı olmayacak. Akşamı Eva’yla geçirdim.

30 Nisan Cuma – Almanların Riga’ya saldırması tepeden inme oldu. Sanki İlkbahar onlara yeni bir güç kazandırmış gibi sağa sola saldırıyorlar. Dün Kirchen’in bombardıman edilmesi de böyle ustalıklı bir darbe. Onların bulundukları yerle kent arasında en az otuz kilometre vardı. Keşke bütün bunların olayın tamamı üzerinde bir etkisi olsaydı.

Dokuz ay geçii, bunca zamanda br kitap yazardım ama sonun başlangıcı görünürde yok. Bir günlük daha mı dolduracağım? Ne ben istiyorum bunu ne bir başkası. Çarkın altına kendini atmaya hazır kimse de yok ortada.

1 Mayıs Cumartesi- İkinci deftere başladım. Benim için de beklenmedik ve dehşet verici bir şey. Bugün de ilk günkü gibi gerilim altındayım. Daha önce İngiltere örneğinde olduğu gibi bu kez de İtalya’nın tutumu yüzünden kararsızlık oluyor. Korkutucu şeylere karşı kendini savunuyor duygularımız ama yine de bir şeyler hissetmeden dayanmak olanaksız. Ölçüsüz duygular içindeyim, ateşli kimi zaman da fanatik duygular beni harap ediyor. Sabahtan akşama kadar çalışacağıma öyle emindim ki; ama birden yangın çıktı ya da dumanlar bizi yangın çıktığına inandırdı. Heyecan, gerilim, sorumluluk; nöbet yerimden uzaklaşmış olsaydım tam on yıl yerdim. Pek bir şey olmadı ama çalışamadım. Ortada yalnızca gerginlik kaldı. Akşamı Eva C. ile geçirdim. Bu neşeli kadın beni gerçekten rahatlatıyor.

2 Mayıs Pazar – Hiç bir şey yok. Öylesine yorgunum ki; bütün öğleden sonra üçten sekize kadar ölü gibi uyudum.Sinirlerim iyice gerilmiş, öylesine yıpranmış ki en küçük bir zorlamayla bile kopacaklar.

Stefan Zweig ‘Günlükler’ Can Yayınları

HER-Günlükler…

Oldum olası severim günlük okumayı. Hayran olduğum ve ilham aldığım kişilerin filtresiz düşünceleri ve gündelik hayatlarını meraktan kaynaklanıyor bu ilgi. Düzenli olarak günlük tutmayı çok isteyip pek beceremediğim için belki de. Okuyarak ve her gün burada farklı yazarların, sanatçıların günlüklerinden seçkileri paylaşarak bu alışkanlığı kendi rutinime dahil etmeye karar verdim.

Günlük ya da Nurullah Ataç’ın deyişiyle ‘Günce’ ler, herhalde edebiyatta en samimi, kayıtsız ve şeffaf yazın türü. O an yazılan o an yaşanan olaylar, duygular, düşünceleri içerir hem de çoğu kez tarihsel belge niteliğindedirler. Aylar ve yıllarca verdikleri emek sonunda oluşturdukları eserlerini beğendiğimiz, örnek aldığımız, ilham veren sanatçıların hayatlarından kesitler bunlar.

Nisan Ayı için ilk paylaşım Stefan Zweig’in 1. ve 2. Dünya Savaşları sırasında tuttuğu dokuz günlükten derlenen ‘Günlükler’ isimli eserinden. Ülkesinden ayrılmak zorunda kalan uzun bir süre sürgün hayatı yaşayan Zweig’ın hüzünlü hayatından kesitler bunlar. Yaşadığı çalkantılı günlerin duygusal tanıklığı.

Sizin de ilham almanız dileğiyle.

Yazar bu satırları yazdığı sırada 1913 yılı Nisan Ayı, Paris’te ki son günlerini yaşar, sonra Salzburg ve Viyana’ya hareket eder.

24 Nisan – Hızlı ve iyi bir yolculuktan sonra öğlen Salzburg’a vardık; burayı ilk kez yağmursuz görüyorum, berrak bir gökyüzü, canlı, renkli, aydınlık bir kentle karşı­laşıyorum. Mirabeli’in yeni yeşermiş, sevimli bahçesinde biraz dinlendikten sonra Bahr’ın evine gittim: Uzakta ki Arenberg Sarayı’nın bir katında oturuyor. Geniş, harika bir oda, duvarlardaki kitaplar adayı çerçeveliyor, bizdeyse sıkış tepiş dururlar, bütün odaya hakim geniş bir masa, dinlenebileceğimiz derin koltuklar; Bahr, kır saçlı ve uzunboylu, dost tavırlı, bakışları ve volkan gibi püsküren söz­leri pek ürkütücü değil, görünüşü aydınlık ve etkileyici, adımlan geniş. Anılarla dolu bu kentte böylesine bir bah­çeye sahip olmaktan duyduğu sevinci anlatıyor bana; ba­basının büyükbabası burada ava yardımcısı olarak çalış­mış, kansını manastırda bulmuş, on dört yaşındayken bekaretini kaybetmiş ve evlenmiş. Bahr’a Rolland’ın sela­mını getiriyorum, koyu bir sohbete dalarak Hellbrunn’ agidiyoruz. Nasıl da anlatıyor bu adam! Hayatı nasıl da anılarla yüklü, nasıl da her yana yayılmış, dağılmış bir ha­yat, nasıl da iyilikle dolu şimdi! Bana Kainz’dan söz edi­yor (bu arada annesi ölüm döşeğindeyken olan o hikayeyi de anlatıyor, kadıncağız fiyat sormuş), Wagner’den, kansı Cosima’ dan da söz ediyor; Cosima’nın dahice, politik tarzına ( sorulardan ustaca kaçabilmesine) hayran. Lucka’nın kitabından büyük övgüyle söz ediyor, o kitapta kendi gül­dürüsünden izler bulmuş, aşkın keşfedilmesi ve karşı cin­se duyulan sempatiyle karıştınlması konusu gibi; bu bizi erotik konularda uzun uzun tartışmaya götürüyor. Anla­şılan Johannes Müller’in Bahr üzerinde derin etkileri ol­muş: Vejetaryen olmuş, kendini çok iyi hissediyor şimdi.Ibsen hakkında da çok hoş bir öykü anlattı: İtalya’nın Ro­ma kentinde geçen korkunç bir olaydan sonra devamlı resmi giyinmeye, dakik olmaya başlarmış, buna benzer birbiçimde amcalarından biri de savurganın (taşra ölçülerin­de) biriyken ansızın tutumlu biri kesilivermiş. Neler de anlatır bu Bahr; Hofmansthal’den (fahişe öyküleri anlatırken, Hofmansthal salona giriverince herkes sus­muş), Mahler’den, Wolf’ten ve en çok da Burckhardt’tan söz ediyor. Çok iyi anlaşıyoruz, sabahın l ‘i olduğunda -demek tam on saat konuşmuşuz- yavaş yavaş tren istas­yonuna yollanıyorum, sağ salim eve varıyorum.

25 Nisan- Hava harika olduğu için key­fim yerinde. Eşyalarımı düzenledim, Grünecke ziyareti­me geldi, E’nin “Syphilis”i konusunda şaşırtıcı şeyler söy­ledi bana, hayrete düştüm. Çalışmam için hiçbir eksik yok, hemen başlayabilirim. Arzum yerinde, bu arzuyu sürdürebilecek gücüm tam değil. Ama denemeliyim.

26 Nisan- 1 Mayıs- Kısa romanım üzerinde ça­lışıyorum, ağır ama iyi gidiyor; elyazısı koleksiyonu ko­nusunda bir deneme yazıyorum. Günler aydınlık ve pı­rıl pırıl geçiyor. Sık sık Schönbrunn’ a gidiyorum, zih­nimdeki alışıldık düşünceler beni yine pençelerine aldı.Hayal kırıklığıyla başan duygulan iç içe geçmiş durum­da. Kimseyi görmedim sayılır. Gördüğüm kadarı yetti de arttı.

Bu gönderiyi paylaş.

Etkili Kitap Okuma Yöntemi

Kitap okumak aktif bir eylemdir. Kitap, makale ya da hikaye okurken okuduklarımızı daha çok hatırlamak bilinçli bir çaba gerekir. Gerekli malzemeler:

1- Dikkat dağıtıcılar içermeyen bir zaman aralığı.( 15 dk da olabilir, 3 saat de) 2- Kitap 3- Kurşun kalem 4- Post-it veya işaretleyiciler ( opsiyonel) 5- Bir defter

Kitap okurken içindeki bilgilerin aklımızda kalması ve okuduklarımızdan en etkin öğrenme, etkileşim veya fayda sağlamak için bir kalem ile beğendiğimiz cümlelerin altına çizip, kitap üstünde not almak, zihnimizde de o bilgiyi pekiştirmeyi kolaylaştırır. Ben ister bir roman, hikaye okuyayım ister kurgu dışı bir kitap fark etmez, kitabın her tarafına notlar almayı seviyorum. Hatta çok beğendiğim cümleleri, esprileri, belirtilen kaynakları, faydalı bilgileri not aldığım defterlerim var. Kitap romansa, her okumaya ara verdiğimde sevdiğim karakterleri, mekanları, objeleri, atmosferi not alıyor bazen de hayal edip çiziyorum. Bütün bunları öncelikle okumanın hakkını vermek için yapıyorum çünkü artık herşeyin fırsat maliyeti çok yüksek. Zaman çok kıymetli, kitap okuyorsam, bu, o sürede başka bir şey yapmaktan fedakarlık ediyorum demektir.

Okuma bize nasıl fayda sağlar?

Okumak keyifli bir zaman geçirmek yanında bir şeyler öğrenmeyi, sözcükleri görsellere dönüştürmeyi, hayal etmeyi, kurgusal karakterlerle empati kurmayı, tarihsel ve kültürel içeriği tanımayı, okuduklarımız ile bildiklerimizi eşleştiren bilişsel bir süreci ve hikayenin dönüm noktalarını tahmin etmeyi içerir. Okuma zekamızı geliştirmenin de bir yoludur.

Maryland Üniversitesi’nden Mark Turner, insan zihninin edebi olduğunu ve okuma ile beynin kendini düzenlediğini söyler. Parçaları zihnimizde birleştiriyoruz, bir çok öğeyi yan yana getirip anlamlandırıyoruz. Bildiğimiz bir hikayeyi başka biri ile karşılaştırdığımızda beynimizi de çalıştırıyoruz. Hafızamızı kuvvetlendiriyoruz.

Duygusal zekamızı geliştirir. Kendimizin ve duygularımızın farkına varma ve onları kontrol etmek için bir kılavuz görevi görebilir. Duymaktan hoşlanacağımız şeyleri okumayı daha fazla severiz. Öyle ya da böyle hikayeleri kendi ilkelerimiz bağlamında değerlendiririz. Okuduklarımız mutlaka olaya karşı bir tutum almamızı gerektirir. Kısmen bize bildiklerimizi hatırlatır, önemli bulduğumuz şeyleri yeniden düşünmemizi sağlarlar. Stanford Üniversitesi’nden Charlotte Linde’e göre, öyküler bizim benlik duygumuzu, kim olduğumuzu ve nasıl o insan haline geldiğimizi ifade eder.

Son olarak Marcel Proust’un dediği gibi;

Okuma süreci içinde her okuyucu aslında kendini okur. Yazarın ürettiği yapıt bir optik araç görevini görür yalnızca. Böylece okuyucu, o kitabı okumadan belki de asla farkına varamayacağı şeyler keşfeder kendi içinde. Okuyucunun, okuduğu kitap sayesinde kendi kendinin bilincine varması, kitabın gerçekliliğinin kanıtıdır.

Can Sıkıntısı ve Başarı İlişkisi

Sıkılmayı genelde olumsuz olarak değerlendirilme, mutsuzluk ve tembellikle ilişkilendirme eğilimindeyiz. Sözlükte ‘Sıkıntı’; ‘işsizlik, tekdüzelik, bezginlik gibi sebeplerden doğan olumsuz his’olarak tanımlanır. Yani başarının ön koşulu olan çok çalışma, meşgul olma, verimlilik ve mutlu olma halinin tam tersi. Ancak son zamanlarda yapılan bazı araştırmalar sıkıntının yaratıcılığa olumlu bir etki yaptığını gösteriyor.

University of Central Lancashire’da psikologlar Sandi Mann ve Rebekah Cadmanın yaptığı çalışmada, 2 ayrı grup oluşturularak ilk grup kontrol grubu olarak belirlenmiş ve onlara önce herhangi bir görev verilmemiş. Diğer gruba sayfalarca telefon rehberi kopyalamak gibi sıkıcı bir görev verilmiş. Bu görevin ardından iki grubun da örneğin bir plastik bardak ya da tuğlanın olası kullanım şekillerini yazmaları istenmiş. Her seferinde sıkıcı bir iş ile uğraşan grup listesinin diğer grubun listesinden çok daha fazla ve yaratıcı olduğu görülmüş. Pennsylvania Devlet Üniversitesi’nde pisikologlar Karen Gasper ve Brianna Middlewood da yine benzer deneyi oluşturdukları gruplara uygulamışlar ve aynı sonuca ulaşmışlar.

Canımız sıkıldığı zaman sonuçlarını iki şekilde görürüz.

1- Monoton bir iş yaparken zaman fazla yavaş geçer. İnsan canı sıkkınken geçmeyi reddeden zamanı ve kendisine rahatsız edici derecede yakın olduğunu hisseder ve kendi kendini düzenleme mekanizmasının sonucu adeta şöyle haykırır ‘ Şimdi bir şeyler yap!’ Bu oto-kontrol mekanizması uyarı görevi görür zamanımızı verimli işlere yönlendirmemize motivasyon sağlar.

2- Sıkıldığımız bir şey yaparken psişik enerjimizi fazla kullanmadığımız için başa şeyler düşünmeye veya hayal kurmaya başlarız. Bilinçaltımız devreye girer. Nöro-psikologlara göre sıkıcı bir iş yaparken normal zamana göre beynimizin daha fazla noktası aktive olur. Bu şekilde zihindeki eski anılar hatırlanır, eski deneyimler ve öğrenilenler ile bağlantılar kurulur. Bunlar hayal gücünü, pratik düşünme ve yeni fikir oluşumunu ve sonuçta başarımızı tetikler.

Evde, işte her şeye ucu ucuna yetiştiğimiz için sıkılacak bir vakit bulamıyoruz zaten diye düşünebilirsiniz. Ama her fırsatta modern teknoloji imdadımıza yetişir, e-posta kontrolü, sosyal medya hesapları veya oyun oynayarak bu olası boşlukları doldururuz. En azından benim için her hafta telefonuma gelen ekran süresi raporlarına göre son zamanlarda bu aktiviteler için telefonum ile paylaştığım zaman miktarı pek parlak değil.

Sonuçta hiç boş zamanım yok demek yerine şu akıllı cihazları bir süre kendimizden uzaklaştırarak arada sıkılmak için kendimize fırsat tanımak denemeye değer.

%d bloggers like this: