
Salah Birsel’in günlüklerinden devam:
Yıl 1986
19 Mayıs Pazartesi– İnsan aklı sınırlıdır. İlk Kant çizmiştir bunun altını. Ona göre insan doğaüstü olayları çözemez. Tanrı var mı, yok mu onu da kestiremez. Gelgelelim, Salt Aklın Eleştirisi yazarı, yaşlandığı vakit bu düşüncesini bırakacak. Tanrı’nın varlığına dört elle sarılacaktır. Aralıkta: ‘ Kant Tanrı’yı kapıdan çıkardı, bacadan içeri aldı,’ eleştirisini almaktan da kurtulamayacaktır.
Peygamberler, büyük din adamları, büyük politikacılar da, bilindiği gibi, dünyamızın ötesinde ışıklı bir dünya olduğu görüşünü benimserler. Ölüme de orada açılan bir kapı gözüyle bakarlar. İlkçağ ve Ortaçağ filozoflarının çoğu da aynı tahteravalliye binerler. Eflatun, ruhun ölmezliğine inandığı gibi bedenden bedene dolaştığına parmak basar. Ciceron ise: ‘ Madem ruh kendinden ayrı, kendinden yabancı bir şeye karışmış değil, öyleyse bölünemez. Bölünemeyince de yok olamaz,’ der.
Dikkat edilirse, çokları, bugüne değin, ölüm karşısında sıkı durmayı bol bol öğütlemişlerse de kimse onun fartası furtasını açıklayamamıştır. Onun yüz okka çektiğini sananlar dünya urbalarını ahret urbasıyla bir an önce değiştirebilmek için can atarlar. Dolabını iyisinden kurmuş bir cadaloz olduğunu söyleyenler ise onu pek umursamazlar. Bilirler ki, yaşadıkları sürece, ölüm onlara hiçbir kötülük yapmayacaktır. Öldükten sonra ise kendilerine ne tuzaklar kuracağı onlara vız gelir.
…
27 Mayıs Salı- Üç gecedir uyku dolabım bozuldu. Dörtlerden, beşlerden önce gözüme uyku girmiyor. Dün yine uykusuzluk aman zaman vermeyince, sinirlerimi paspaslamak için 10 mg.’lık bir tranxilene yuttum. Sonra salona dönerek, Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği‘ni kaldığım yerden (34. sayfa) okumaya başladım. Yarım saat geçmişti ki birden gözkapaklarım ağırlaştı. Hemen yatağa seyirtip uykuyu bekledim. Sola dön, sağa dön. Bir saat boşuboşuna çırpındım. 4.30 da kalkarak mutfağa sığındım. Tuzu çıkarılmış beyaz peynirle zeytinyağını karıştırarak, yine tuzsuz bir dilim ekmekle midemi şereflendirdim. Sonra yine salonda, uyku kaçırmaktan başka bir işe yaramayan berjerde, Kundera’nın 37, 38 ve 39. sayfalarını okudum. Yatağa bu kez uçarak gittim.
Uykusuzluk, Fransız şair Blaise Cendrars’ın da finosudur. Onu yanından hiç ayırmaz.
Uykunun davlumbazını, Birince Dünya Savaşı’nda kırdığını söylerse de Henry Miller, onun gözüne uyku girmemesini, dur-durak dinlemeden çalışmasına, tonlarca kitap üretmesine bağlar. Gerçekte Cendrars, dört beş kitabı birden yazar. Altmış yaşına geldiği vakit bile düzinelik tasarıların ardından koşuyordur. Miller de onları okuyabilmek için boyuna Tanrıya yalvar yakar oluyordur. Çünkü yazılacak yapıtlar arasında Sapısilikler de vardır ki onu okumadan ölmak istemiyordur.
Nedir, Miller’a göre Cendrars, yazı yazmaktan yoğun yaşama geçerek, ya da tam tersi, yoğun yaşamdan yazıya atlayarak üstünden uykusuzluğu ve yorgunluğu atmasını da bilir. Şu da vardır ki, o, dört dörtlük bir yogicidir. Uykusuzluk, bitkinlikle görünmez şeyleri göreceğini sanır.
…
Yıl 1987
28 Mayıs Perşembe– Yazarların, sanatçıların çoğu bir akrep, bir maymuncu, bir kıskanç köpek.
Tatlı tatlı laf üretirken bile birbirlerini iğnelemekten geri kalmıyorlar. Karşılarındakini anlamak için kafalarını yormaya da yanaşmıyorlar. Ama onun yazılarını, düşüncelerini, deyiş biçimlerini aşırmayı büyük bir ustalık sayıyorlar.
Fransız ressam Corot, Manet’nin adını bir resim sergisinin jürisinden çıkartmıştır. Hoş, manet de ondan hallice değildir. O da Monet’ye şöyle der: ‘Renoir senin dostun. Söyle de resmi bıraksın artık.’Renoir de, top kendisine gelince, Picasso için şu acımasız sözü şandellemekten çekinmez: ‘ Bu pisliği ortada kaldırın.’
…
:))